Baha Sadık Akıner

Baha Sadık Akıner

“İnsanın zamana karşı biricik şansıdır aşk.” der Şükrü Erbaş…


"Şu telaşım bir bitse diyorum. Belki uzaklara giderim. Çoktandır gitmek istediğim yollar, denizler, kıyılar var...” der Ahmed Arif, yine bir zalım Leyla'sına yazdığı mektubunda.

Biz hassas yürekler sayısız hevese, sayısız nefese harcandık da; herkese yetiştik belki, kendimize geç kaldık. E o zaman, yaşamalı, ânı, Tanrı'dan bize yeni yeniden hediye günde hayatın içine karışmalı. Bugün varız belki, yarın yok. Paylaşmalı dostça, insanca, insana iyi gelen şeylerle hayatı. 

"İnsana iyi gelen şeyler" dendiğinde, şiir(i) bilirim ben öncelikle. Ve şairler, imge örücüleri, bin yıllardır süre gelen evrende aynı kullanılan kelimelerle bakire cümleler kuran ve derinliğiyle fikrimize kuyu(lar) açan söz büyücüleri. Usta'lar...

Bugünkü konuğumuz Şükrü Erbaş dostlar..

*****

“İnsanın zamana karşı biricik şansıdır aşk. Onca kapı, onca duvar içinde bulur aynasını” der Şükrü Erbaş. Ekler ardından:

“Sen bende neleri öpüyorsun bir bilsen!
Herkesin perde perde çekildiği bir akşam,
Siyah bir su gibi yollara akan yalnızlığı öpüyorsun…

Ağzında eriklerin aceleci tadı;
Elleri bulut, gözleri ot bürümüş ekin tarlası,
Bir çocuğun düşlerine inen tokadı öpüyorsun…

Yağmur her zaman gökkuşağını getirmiyor.
Aralık kapılarda bekleyişin çarpıntısı;
Bir kadının eksildikçe ömrüme eklenen,
Uzun gecelerini, solgun gövdesini öpüyorsun…

Uzak dağ köylerine vuran ay ışığı,
Kerpiçlerden saraylar kuruyor yoksulluğa.
Ne suların ibrişimi, ne gökyüzü, ne rüzgâr!
Sen bende gittikçe kararan bir halkı öpüyorsun…

Sakarya Caddesi’nde sarhoşlar;
Rakıyla buğulanmış kaldırımlarına gecenin,
Yüksek sesle bir şeyler çiziyorlar.
Yalnızlık her koşulda bir sığınak bulur, diyorum.
Uzanıp dudağımdaki titremeyi öpüyorsun…

Örseler acıyla düştüğü yeri,
Susarak büyüyen adamların sevgisi.
Ağzında pas tadıyla bir inceliği söylemek;
Bir gülünç içtenliktir, gecikmiş ve ezik.
Sen bende yanlış bir ömrün tortusunu öpüyorsun…

Sen bende neleri öpüyorsun biliyor musun?
Herkesin simsiyah kesildiği bir akşam,
Yıldızlarla yedi renk gökyüzünü öpüyorsun…

Sen bende; gözlerinin anne ışığıyla,
Bir solgunluktan doğan kocaman bir çocuğu öpüyorsun…”

*****

Çiftçilikle geçimini sağlayan bir ailenin ilk çocuğu olarak, 7 Eylül 1953’te Yozgat’ta doğar. İlk ve ortaöğretimini Yozgat’ta tamamlar. Çocukluğunu şöyle anlatır: Beni çok erken yaşlarda işe koşturdu babam. Köylünün hiç bitmeyen bağ, bahçe, tarla, toprak işleri. Sert mi sert bir adam. Yaşadığı sürece tek bir sevgi sözü duymadım. ‘El iyisi’ denilen bir kişilik. Annem koşardı yardımıma. Beraber dayak yerdik. Ağlardık. Kardeşlerim henüz küçüktü. Ezilirdim. Teslim olmamayı ve direnmeyi, mücadeleyi bu zor koşullardan öğrenir çocuk. Öğrenir ama insanın canına çok erken yapışan bu ürkeklik bir ömür sürer. Sürdü de...

İçindeki ‘derin ürkekliği’ böyle tarif eder Şükrü Erbaş. Kitaplarla ve kelimelerle olan tanışıklığını ise şöyle anlatır: Bir gün, çocukların ve kitapların Tanrısı; henüz üçüncü sınıftayken, bir sandık dolusu kitabı önüme boşaltıverdi. Denizler Altında 20.000 Fersah, Tom Sawyer’in Maceraları, 80 Günde Devr-i Âlem, Hz. Ali ve Hayber Kalesi, Kerem ile Aslı, Pollyanna, Pinokyo. Şehrazat’ı ve Şehriyar’ı, Binbir Gece Masalları’nı bilmeden sevdim. Jules Verne bendim. Mark Twain ben… Hz. Ali, Aslı’nın Kerem’i… Robinson Cruose değil, ben kuruyordum ıssız adayı. Köy, küçüldükçe küçülüyordu.

Kitaplara düşkünlüğü arttıkça okuyor ve dünyası genişliyordu genç Şükrü’nün. Babası ile arasındaki uçurum gittikçe derinleşir ve lise ikinci sınıftayken evden kaçar. İstanbul’a gitmek niyetindedir fakat otogarda köyden tanıdıklar durumu anlayıp onu eve getirirler, gitmesine izin vermezler. Bu konuda da şöyle söyler bir röportajında: Walter Benjamin, “Hayatta telafi edemeyeceğimiz şeyler vardır. On beş yaşında evden kaçmamış olmak gibi” der. Şefkatin ve güven duygusunun üstünü örtmediği bir çocukluk, o çocukluktaki sevginin boşluğu, ilk gençliğin çocukluktan büyük yalnızlığı. Bunların da daha sonra telafisi olmuyor. Geçmişte boşluklar bırakarak büyüyen insan, çok ileri yıllarda dönüp o boşluklara düşüyor. Aşk da trajediye dönüşüyor, baba acısı da, anne sevgisi de. Kurduğunuz her ilişkide, girdiğiniz her işte, bu açık yara sizden payına düşeni istiyor.
 
Evden kaçtığı yıl olan lise ikinci sınıfta ailesi; Şükrü’ye, komşunun kızı Hatice Hanım ile nişan yapar. Lise biter bitmez de evlendirirler. Bu evlilikten Barış ve Esin ismini verdikleri iki çocukları olur.

Lise tahsili biter bitmez, 1972 yılında Toprak Mahsulleri Ofisi Genel Müdürlüğü’nde memuriyet hayatına başlar. 1974’te, Gazi Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilgiler Bölümü’ne girer. Buradan mezun olur olmaz öğretmen olarak taşraya tayini çıkar ama Ankara’dan ayrılmak istemediği için öğretmenlik yapmaz. TMO Genel Müdürlüğü’ndeki memurluğuna devam eder.

1985 - 1988 yılları arasında Yarın Dergisi’nin yazı kurulunda, 1993 - 1999 yılları arasında da Edebiyatçılar Derneği’nin yönetiminde görev yapar. 1998 yılında TMO’dan emekli olur.

*****

Şiiri ve Ankara’yı da şöyle anlatır yine bir röportajında: Beni şiire genellikle bir küçük ayrıntı, herkesin geçip gittiği silik bir görüntü götürür. Kalabalıklar içine sıkışmış bir sessizlik, doğayı çın çın işleyen bir yalnızlık, bir gözyaşı kurusu, tedirgin parmaklar, kekeleyen bir ses, bir hançer gibi eğri alın çizgileri, düğüm düğüm kirpikler, düştüğü yeri oyan bakışlar, vazgeçişin menevişlendiği bir yüz, kimsenin duymadığı bir iç çekiş… Her biri onlarca öykü anlatan bu ince ayrıntılardan giderim, gitmeye çalışırım, insanın evrensel gerçeğine; toplumun hâli pür melaline. Ankara benim ikinci ana rahmimdir. Devrim düşüncesinin başkentidir. Şiirimin beşiğidir. Yoksulluğun ezikliğidir. Vitrinlerin kırbacıdır. Atkestanelerinin güzelliğidir. Mazlumun kaderini öğreten okuldur. Sevginin, ihanet duygusu ve pişmanlıkla boğulduğu gönül yarasıdır. Emeğin aşktan büyük olduğunun siyah - beyaz fotoğrafıdır. Yalnızlığın ışık ışık her yere sızdığı bir acı atlasıdır. Bir şaire ne verir, bir şair ona ne verir, nereden bileyim? Bu biraz derya - kap ilişkisine benzer. Kimin kabı ne kadar alırsa.

*****

“Ve güz geldi Ömür Hanım… Dünya aydınlık sabahlarını yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var göğün maviliğinde.

Yağmur ha yağdı ha yağacak! İncecik bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. Hüznün bütün koşulları hazır.

Nedenini bilmediğim bir keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce bıçak ağzı, yüzüm ömrümün atlası, düzlükleri bunaltı, yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür Hanım?

Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip yaralamadığı bir insan; mutluluktan, umuttan, sevinçten ne anlar?

Göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz düşünün ki Ömür Hanım; ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış. Böyle bir güzün hüznü, hüzün müdür? Başlamanın bir anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa başlangıcı olmak değil midir?

Yaşamı düz bir çizgide tutmak, tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik olur, tükenmek değil de?

Yağmur yağıyor Ömür Hanım… Gökten değil, yüreğimin boşluğundan ömrümün ıssız toprağına... Ve ben sonsuz bir düzlükte bir küçücük bir silik nokta gibi eriyip gidiyorum. Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından?

Dönelim... Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır çıkışlarımızın. Korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü kabuklarına sığınmaktır. Olsun dönelim biz yine de… Bilincinde olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim. 

Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür Hanım… Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe, yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi öğrendik böylece.

Yaşama sevinci adına bir tutunacak dalım kalmadı Ömür Hanım… Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden. Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık yanıt aramak adına. Yüreğimin silik izler bırakıp, ağır yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum…”

Sahi; ölümü bilerek nasıl yaşar insan, geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür? Boşuna yazılmış olmamalı Şükrü Erbaş'ın bu düzyazıya çok yakın olan bu şiiri, dizeleri. Boşuna hissedilmiş olmamalı. Benim gibi siz de buldunuz mu şiirin hikâyesinin içinde kendinizi?

*****

Zordur ya tarifi, 1995’te yayımlanan ‘İnsanın Acısını İnsan Alır’ kitabında Ayrılık’ı da şöyle tanımlar Şükrü Erbaş: Ayrılık ne biliyor musun? Ne araya yolların girmesi, ne kapanan kapılar, ne yıldız kayması gecede, ne güz, ne ceplerde tren tarifesi, ne de turna katarı gökte. İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık. İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini, birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine. Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken duvarlara dalıp dalıp gitmesi. Türküsünü söyleyecek kimsesi kalmamak ayrılık. Ödünç sesle konuşan bir kalabalık içinde kendi sesiyle silinmek. Birdenbire büyümesi, gülüşü artık yaprak kıpırdatmayan bir çocuğun. İnsanın yaşlandıkça kendi kuyusuna düşmesi. Bir kadının yatağına uzanan kül bağlamış bir gövde. Saçına rüzgâr, sesine ışık düşürememek kimsenin. Parmaklarını sözüne pınar edememek. Uzaklarda bir adamın üşümesi, bir kadın dağlara daldıkça. Işıklı vitrinlere bakmadan geçmek çarşılardan. Çiçekçilerden uzağa düşmesi insanın yolunun… Evlerle sokaklar arasında bir ayrım kalmaması. Ayrılık o küçük ölüm, usta dokunuşlarla bizi büyük ölüme hazırlayan.
 
‘Bir insanın yaşamındaki en büyük amacının geleceğe güller sunmak’ olduğunu düşünen koca şairi kendi ifadelerinde dinlemeye devam edelim: Kenar mahallelerin, geri dönüş saatleridir şiir. Kasaba kahvehanelerinde, dışarıya hiç bakılmayan pencerelerdir. Önüne bakan insanların kat ettiği yollardır. Bir çocuk bakkaldan çıkıyor, avucunda küçücük bir güneş; şiir, çocuğun bakkala girişidir. Yoksulluğun, arka cebinde taşıdığı aynadır. Kalbinin insana o bağışıdır ki, sinema afişlerinin yalana döndüğü yerde, insanın elinden tutar. Işıkların değil, gölgelerin türküsüdür. Bir kadının kirpikleriyle çizdiği gözyaşı haritasına, adamın kuramadığı cümledir şiir. Annelerin güneşe serdiği kış yataklarıdır. Tenha evlerin, sokaklardan hıncını almasıdır.

*****

“Şiir bir tedirginlik sanatıdır. Yakınlıktan da, uzaklıktan da aynı pişmanlığı duyar.” der “Sarkacın Kalbi” kitabındaki yazısında, her şair gibi şiiri kendince tarifinde.

"Unutmak kolaydır, suçlamak kolaydır!
Aslolan beslenip bir gülfidanı gibi
Yaşamın yapraklarıyla geçmişin toprağından;
Bir gün bile yitirmeden bulutlar içinde,
Güneşin yolunu…
Geleceğe güller sunmaktır…"

Geleceğe güller sunacak nice şiirli zamanlara, nice yaşanmışlıklara Şükrü Erbaş. Nice nice şiirli ve paylaşımlı yürek buluşmalarına…
 




ARŞİV YAZILAR