Baha Sadık Akıner

Baha Sadık Akıner

“Haydi Abbas, vakit tamam!”


“Memleket isterim!
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların, çiçeklerin diyarı olsun…

Memleket isterim!
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına, bir nihayet olsun…

Memleket isterim!
Ne zengin-fakir, ne sen-ben farkı olsun;
Kış günü, herkesin evi barkı olsun…

Memleket isterim!
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet, ölümden olsun…” 

dedi ya Cahit Sıtkı. Öyle aktardı isteklerini, düşüncelerini, beklentilerini. Vuslatsız aşkların, ebedi hasretin şairi Cahit Sıtkı Tarancı...

Kâh, çokça ölümden korkarak; kâh, eşya - insan arasında kurduğu ilişkiyle, olabildiğince derin edebiyat incelemelerine konu olarak. Dinleyene - isteyene - okuyana, az kelimeyle çok şey söyleyerek, anlatarak.

Bugün bir şair doğdu dostlar. 2 Ekim 1910'da, Diyarbakır'da. Ölmedi, yaşıyor; dizelerinde, şiirlerinde, andıkça, hatırladıkça, Cahit Sıtkı Tarancı, 114 yaşında...

*****

Herhangi bir nisan akşamı seslenmiş sevdiceğine Cahit Sıtkı:

"Desem ki!
Vakitlerden bir nisan akşamıdır.
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor.
Sende seyrediyorum,
Denizlerin en mavisini.
Ormanların en kuytusunu,
Sende gezmekteyim...

Senden kopardım,
Çiçeklerin en solmazını.
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini...

Desem ki!
Sen benim için;
Hava kadar lazım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin…

Desem ki!
İnan bana sevgilim inan!
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin...

Bırak ben söyleyeyim güzelliğini;
Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber...

Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi fark edemezsen;
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm...

Fakat yine üzülme, müsterih ol!
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini...

Ve neden sonra;
Tekrar duyduğun gün sesimi gök kubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür,
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum..."

*****

Sevgisini, hasretini, vuslata eremediği yârin elleriyle anlatmış. Böyle sevgi, böyle hasret. Cahit Sıtkı’ya, yârin elleri gerek:

“Tutsam ellerinden, ağlarsın…
Benek benek büyür karanlığım.
Nokta nokta korkutur seni…

Tutsam ellerinden, ağlarsın…
Toprak kokar avuçlarım, kan kokar.
Ben; hoyrat gecelerde boy atmış fidan,
Boz bulanık sularda yıkanmış, arınmışım…

Geceleri çok yakınım yıldızlara,
Işığa çıkınca bir karışım…

Tutsam ellerinden, ağlarsın…
Doğduğum köyü bir bilsen.
Gece; gecemden büyük,
Acısı; acımdan derin…

Tutsam ellerinden, üşür ellerin...”

*****

Dedim ya: 2 Ekim 1910’da, Diyarbakır’ın zengin eşraflarının muhiti olan Suriçi Cami Kebir Mahallesi’nde, tarihi bir evde doğar. Babası Diyarbakır’da ticaret ve ziraatle uğraşan köklü Pirinçcizadeler ailesinden Bekir Sıtkı Bey. Annesi, babasının amcakızı Arife Hanım’dır.

Ailesi, O'na Hüseyin Cahit adını verir. Akrabaları Pirinçcioğlu soyadını alsa da, soyadı kanunu çıktığı yıl pirinç ekiminden çok zarara uğrayan babası Bekir Sıtkı Bey, bu duruma kızarak ‘çiftçi’ anlamına gelen Tarancı soyadını alır.

Diyarbakır’da başladığı ilk eğitiminin ardından aile geleneğinden ötürü, orta ve lise öğrenimini görmek üzere; 1925 yılında, İstanbul’a, Kadıköy Fransız Saint Joseph Lisesi’ne gönderilir. Küçük yaşta ailesinden ayrılması O’nu çok etkiler. İstanbul’a gelmesinin üzerinden bir 20 gün geçer ki, ailesine bir mektup yazar: 

"Sevgili anneciğim! Kıymetini takdirden aciz olduğumuz üç aylık muammalı bir saadet devresinden sonra böyle birdenbire uzaklara atılmak, şefkatiniz ülkesinden uzak, yabancı bir yerde yatıp kalkmak, yiyip içmek, annesini mustarip hayatının biricik güneşi addeden hassas bir çocuk mukadderatın amansız bir fermanıdır. Diyarbakır’ı terk edeli yirmi gün kadar oldu. Geçmiş ayın bu günlerinde beraber oturup kalktığımızı, yiyip içtiğimizi ve gülüştüğümüzü, mağrur kahkahalarımızın kulaklarımızda uzun müddet manalı çınlayışı, ruhumuza sığmayan ezelî sarhoşluk ve ilahi saadet, sizler; kardeşlerim, akrabalarım, hepiniz birbirinden ayrılmayan bu müstesna tabloda mazi diye karşımda sönmeye mahkûm, zayıf bir mum gibi tüttükçe çıldıracağım geliyor."

*****

İlk şiirini 1927 yılında, Kadıköy Fransız Saint Joseph Lisesi’nde okurken, o hasretle dolu zor zamanlarında yazar. Ailesinden ayrı, zorlukla geçen 3 yılın ardından, lise öğrenimini görmek üzere, 1928 yılında Galatasaray Lisesi’ne geçer.

Galatasaray Lisesi’nde, Fransızcayı çok iyi öğrenerek Baudelaire, Rimbaud, Mallarme'yi özümser. Böylece lise yıllarında üretmeye başlar. İlk Şiir’leri Galatasaray Lisesi’nin Akademi isimli dergisinde ve Muhit’le Servet-i Fünun dergilerinde yayımlanır.

O günleri şöyle anlatır Cahit Sıtkı: Bende edebiyata, bilhassa şiire karşı hakiki ve köklü denilebilecek ilk alâka, Galatasaray onuncu sınıfta sıra arkadaşım Ziya Osman Saba’nın delaletiyle tanıdığım Baudelaire’le başlar. Bu Fransız şairini içime sindire sindire okuduktan sonradır ki; şiir yazmak benim için teneffüs etmek, yemek içmek kadar tabii bir hayat faaliyeti oldu.

*****

Cahit Sıtkı, 1930-1936 yılları arasındaki yazdığı ilk dönem şiirlerinde hayata hep karamsar bir pencereden bakar. Diyarbakır’dan İstanbul’a gittikten sonra yabancı bir kentte tutunmaya çalışan bir yabancı gibi aynı. Şairin ilk şiirlerindeki kötümser atmosferin arka planında dış dünyadan kopuk, içe kapanmış bir kişinin ruh hâli vardır. İstanbul hayatının ilk yıllarında sadece sigara tiryakiliği bulunan Cahit Sıtkı, kısa sürede içkiye alışacak ve bu tiryakiliği onun hayatında önemli bir yer tutacaktır. İçerisinde bulunduğu huzursuzluğu dizelerine yansıtan Tarancı; Umutsuzluğun, yalnızlığın birer izlek olarak birbiri ardına devam ettiği şiirler kaleme alır.

1931’de girdiği Mülkiye Mektebi'nden ikinci senenin sonunda atılınca Yüksek Ticaret Okulu'na girer. Ancak memuriyet sınavını kazanıp Sümerbank’ta çalışmaya başladıktan sonra bu okuldan da ayrılmak zorunda kalır. “Ömrümde Sükût” adlı ilk şiir kitabı henüz Mülkiye Mektebi’nde iken yayımlanır. Kendisini kamuoyuna tanıtan isim ise, 1932 yılında Cumhuriyet'teki kendisi hakkındaki üç yazısıyla Peyami Safa'dır.

Memuriyette Karabük’e atanması üzerine Sümerbank’ta başladığı memuriyetten ayrılarak; çalışma hayatını, öykülerini yayımlamakta olduğu Cumhuriyet gazetesinde sürdürmeye başlar. Cumhuriyet gazetesi sahipleri Nadir Nadi ile Doğan Nadi'nin desteğiyle, üniversite öğrenimini tamamlamak üzere Paris'e gider.

Paris'teyken, Paris Radyosu'nda, Türkçe Yayınlar spikerliği yapar. Bir yandan da gazeteye öyküler göndermeye devam eder. Paris’teki öğrenciliği sırasında Oktay Rifat ile tanışır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman uçakları 1940 yılında Paris’i bombalamaya başlayınca öğrenimini tamamlayamadan bisiklet ile kaçarak Lyon ve Cenevre yoluyla Türkiye'ye geri döner.

*****

Askerliğini 1941-1943 yılları arasında Ege'nin küçük kasabalarında yapar. Ünlü “Haydi Abbas” adlı şiiri, askerlik döneminin bir ürünüdür:

“Haydi Abbas, vakit tamam.
Akşam diyordun işte oldu akşam…

Kur bakalım çilingir soframızı,
Dinsin artık bu kâlp ağrısı…

Şu ağacın gölgesinde olsun,
Tam kenarında havuzun…

Aya haber sal; çıksın bu gece,
Görünsün şöyle gönlümce…

Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
ve zamana…

Katıp tozu dumana;
Var git,
Böyle ferman etti Cahit…

Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan,
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan…”

*****

O yıllarda ailesi artık İstanbul’a yerleşmiştir. Bir süre babasının Eminönü’ndeki ticarethanesinde çalışır. Ancak içki sorunları yüzünden babası ile arası açılınca Ankara’ya gider. Sırasıyla; Anadolu Ajansı'nda, Toprak Mahsulleri Ofisi'nde ve Çalışma Bakanlığı'nda tercüman olarak çalışır. Otuz Beş Yaş şiiri ile 1946'da Cumhuriyet Halk Partisi Şiir Yarışması’nda birincilik alarak, yurt çapında tanınan bir şair olmuştur artık.

“Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün…

Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider…

Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?

Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan…

Hayâl meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız,
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir.
Gittikçe artıyor yalnızlığımız…

Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç fark ettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış…

Ayva sarı, nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim…

Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?
Neylersin ölüm herkesin başında…

Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında…”

*****

Çalışma Bakanlığı'ndaki görevi sırasında tanıştığı Cavidan Tınaz ile 4 Temmuz 1951’de evlenir. Evlendikten sonra yazdığı şiirlerini “Düşten Güzel” adlı kitapta toplar.

Ankara’da bir barda arkadaşı Fethi Giray, Nâzım Hikmet’in “Kalbimin yarısı buradaysa doktor, yarısı Çin’dedir.” dizelerini okur. Yanlarında oturanlardan biri, komünizm propagandası yapıyorlar diye ihbarda bulunur. Karakol, mahkeme derken salınırlar. Bir dönem solculuğa merak sarar. Atatürkçü ve ilerici gençlerin kurduğu Türkiye Gençler Derneği’ne üye olur. Nâzım Hikmet hakkında Kafeste Dolaşan Aslan, Bir Şey, Amerikan Bezi Üç Buçuk Arşın gibi şiirlerini bu dönemde yazar. Bu şiirler çok ilgi görse de memuriyet, çevresindeki insanların baskısı, mizacının bu türlü işlere yatkın olmaması sonucu sonradan böyle şiirler yazmaktan vazgeçer.

*****

Cahit Sıtkı’nın sevgililerinden bahsedildiğinde, kendisi ve eserleri üzerinde en büyük etkiyi bırakan meşhur Beşiktaşlı sevgilisinden de söz etmek gerekir. “Şimdiye kadar bir iki kere sevdim, bundan sonra da Mecnun’casına, Ferhat’çasına sevebilirim. Fakat şimdiye kadarki sevgililerimden ancak birisi belki aşkıma kısmen mukabele etmiş olduğu için hâlâ hayâl halvethanemde hüküm sürmektedir.” ifadesiyle Cahit Sıtkı, uzun zaman etkisinden çıkamadığı Beşiktaşlı sevgilisine göndermede bulunmaktadır. Fakat “Nerde Beşiktaş’taki sevgilim. Onun üzerine yoktur ve olamaz. Bu işe onu sevmekle başladım. Onu sevmekle bitireceğim.” diyecek ve onu tüm sevgililerinden üstün tutacaktır. Hayâl Ettiğim Şey ve Sevdalı adlı şiirlerini de ona ithaf etmiştir.

Beşiktaşlıdan başka, “Kara Sevda” adlı şiirini ithaf ettiği Vedat Günyol’un kız kardeşi Mihrimah Hanım ve ilgi duyduğu pek çok genç kız ve kadın olmuştur. Söz gelimi Edremit’te askerlik yaptığı sırada; önce 14 yaşında bir Boşnak kızı ile daha sonra da askerliğinin son altı ayında tanıdığı on yedisindeki esmer köylü güzeli ile kısa süreli gönül maceraları yaşamıştır. Yine askerlik döneminde kendisine mektup yazan ve değerlendirmesi için şiirlerini gönderen akrabası Melek Tiğrel ile ailesinin ve çevresinin de isteği üzerine evlenme durumu gündeme gelse de gerçekleşmez.

Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirlerinde kullandığı imgeler ile şairin ruhsal durumu ve yaşantısı arasında yakın bir ilişki vardır. Yaşadığı mutlulukları, sevinçleri, sıkıntıları ve huzursuzlukları hikâye ve şiirlerine yansıtan şair, ayna imgesine şiirlerinde çokça yer vermiştir. Bedensel kusurları olduğunu düşünen şairin aynadaki görüntüsü, ruhsal kimliğinin belirlenmesinde etkilidir. Tarancı; şiirlerinde ayna imgesine, yalnızlık, korku, tedirginlik, çaresizlik ve kimsesizlik gibi anlamlar yükler. Aynanın şairin ruh dünyasında bu denli olumsuz çağrışımlar yaratması, kendine güvensizlik duygusunu yaşamasına bağlanabilir.

*****

1947 yılının Aralık ayında Çalışma Bakanlığı’nda işe başlayan Tarancı’nın, ofiste 1951 yılında evleneceği, bütün saadetini ona borçlu olduğunu söylediği Cavidan Tınaz Hanım’la tanışması hem hayatı, hem de şiiri için bir dönüm noktası sayılır. Şair, 10 Haziran 1950 tarihli mektubunda “İradem, sağduyum, sabrım, hepsi aşkımın emrindedir.” dediği Cavidan Hanım ile evlenebilmek için içkiyi bile bırakır. Ama 1951’deki evlilikten kısa bir süre sonra eski bohem hayatına tekrar döner. Cavidan Hanım’a yaptığı ilk evlenme teklifinden on beş gün önce yayımlattığı şiirindeki ayna imgesi, şairin ruh dünyasındaki değişimi gösterir. Ölümü, kimsesizliği ve güvensizliği anlatan ayna, artık şair için yaşama sevinci uyandıran bir duygunun nesnesi haline dönüşür.

Cahit Sıtkı, birçok Fransız şairin şiirlerini de Türkçeye çevirmiştir. Şairliğiyle tanınsa da hikâyeler de kaleme almıştır. 1935-1947 yılları arasında yazıp Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlattığı hikâyeleri, kendi hayatından, özellikle kendi tabiriyle her kayıttan azade bohem hayatından izler taşıyan biyografik karakterli metinler olarak okunabileceği gibi, onun şiirlerinde bahsedemediği, üstü kapalı geçtiği değişik konulardaki görüşlerine de ışık tutar.

Cahit Sıtkı düşünce yazıları da yazmıştır. İlk yazısı 1931 tarihli Akademi Dergisi’nde çıkan şair; Ağaç, Gündüz, Varlık, Serveti Fünun-Uyanış, Cumhuriyet gibi değişik düşünce yapılarına sahip olan dönemin dergi ve gazetelerinde makaleleri yayınlanmıştır.

Şaire göre şiir, kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır. Kelime; annedir, dosttur, hasrettir, hayâldir. Bir anlamı, çağrışımı, bir gölgesi, hatta bir rengi ve adı olan nesnedir. Şiirde mükemmellik; ne aruzun, ne hecenin, ne de serbest veznin tekeli altındadır. Mükemmellik, şairin kullandığı dilden azamiyi koparmasıdır.

*****

Ve hakkında anlatılanlar:

Şair arkadaşı Baki Süha Edipoğlu; 36 şairi ve şiirlerini irdelediği, "Bizim Kuşak ve Ötekiler" adlı kitabında, ölümden hep korkan ve bunu şiirlerine yansıtan Cahit Sıtkı’yı şöyle anlatır: Bana “Çok hikâye yazıyorum, içki ve sigara parasını onlarla karşılıyorum.” demişti. Paris’te öğrenimde iken geçiminin büyük bir bölümünü Cumhuriyet Gazetesi’ne yazdığı telif ve tercüme hikâyeleriyle sağladığını bilirim. Hatta hikâyelerde adı sık sık geçmesin diye “İrfan Kudret” takma adını ben yakıştırmıştım. Paris’teki adresine bir mektup yazarak bildirmiştim. Verdiği cevapta, kendisine çok iddialı bir ad bulduğumu, hem irfanlı hem de kudretli bir şahsiyet, benim gibi aciz bir Cahit Sıtkı’ya yakışmıyor, demişti. Fakat buna rağmen mektubuna ekli olarak yolladığı üç öyküde de “İrfan Kudret” imzasını atmıştı. Yakınları gündüz de içiyor diye yakınırlardı. Çok önlemek istediler, önleyemediler. Bir gün duyduk ki, felç gelmiş. Hastaneye kaldırdılar, para etmedi. İyileşsin diye Viyana’ya gönderdiler, fayda vermedi. Uzun süre felçli yattı. En son Gülhane Hastanesi’nde ziyaretine gittim. Bir tekerlekli iskemlede; sırtında röpteşambır, konuşamaz, söyleyemez bir adamla karşılaştım. Sade, kaşı gözü, Diyarbakır çıbanı ile Cahit ağabeydi işte. Ama sadece. Başkaca bir iz yoktu. Türkçeyi en güzel kullanan şair, “Anne, Allah” kelimelerinden başkasını söyleyemiyordu. Bir de, bazı acayip sesler çıkartıyor ve ağlıyordu. Dayanamadım, ben de ağladım. Genç ve güzel asistan kız, ikimizin ağlaştığını görünce dayanamadı, o da ağlamaya başladı. Artık Gülhane’de yatmasında bir yarar yoktu. Devletin el uzatmasıyla Viyana’ya gönderildi. Bir gün duyduk ki, zatürre olmuş. Felç değil, bu hastalık götürmüş şairi.”

*****

Çetin Altan, “Bir Yumak İnsan” adlı kitabında Cahit Sıtkı Tarancı’yı şöyle anlatır: Ufacık tefecikti. Boyu ya bir altmış iki ya da bir altmış beşti. Ayakkabıları da, çocuk ayakkabısı kadardı. Saçlarını ortadan ayırarak arkaya tarardı. Esmer, kavrukça bir yüzü vardı. Bakanlıklardan birinde çevirmen olduğu için, beylik memur giyimini hemen hemen hiç değiştirmez, daima kravat takardı. Ünlü bir ozandı. Ama dışarıdan bakınca ozandan çok, genç yaşta hayattan usanmış, sessiz sedasız emekliliğini bekleyen bir kalem kâtibine benzerdi.

*****

Ölümü hiç istemezdi ya Cahit Sıtkı. Yaşamaktan o kadar çok keyif alırdı. Ama şiirlerinde hep ölümü yansıtırdı. Yaşamı boyunca ölüm korkusu, aşk ve doğruluk üçgeninde dolaşıp durdu. Onun hemen her şiirinde ölüm korkusuyla karşılaşabiliriz. Öylesine bir korku ki, hayatı âdeta yaşanmaz hale getirir:

"Bir de bakmışım ki ölmüşüm!
Dünya sönmüş başucumda.
Bir türlü gözümden gitmez...

Ne gurbetlere düşmüşüm!
İsterdim ki avuçlarımda.
Kimse hâlim suâl etmez...

Sorma nelerden olmuşum!
Nelere etmişim veda.
Böceklere gücüm yetmez..."

*****

Yaşamayı çok severdi dedim ya; yazardı sadece, yaşardı hem sevdiğiyle, sevdiğince. Yaşardı ve yazardı. Buydu hayatı. Gün eksilmesin istiyordu hayat penceresinden. Şiirlerinde hep sıkı sıkıya sarılmıştı hayata. Ölümden bu kadar korkan insan, hayattan lezzet alabilir mi? Fakat hayat onun için en üstün kıymettir ve o, ‘ölmemek’ şartıyla her mihneti kabule razıdır:

"Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur.
Ah aklımdan ölümüm geçer,
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur...

Ve gönül Tanrı'sına der ki:
Pervam yok verdiğin elemden.
Her mihnet kabulüm, yeter ki;
Gün eksilmesin penceremden…

Gördüğü, duyduğu her şey, şâire ölümü hatırlatır.
Selâ verildiğine göre,
Câmi-i kebîr minâresinde,
Günlerden Cuma olmadığı halde,
Muhakkak ölü var mahallede…

İşte!
Olup olacağınız bu cenâze.
Geçiyor caddeden vakur ve sâde,
Dalgalar misâli omuzlar üzerinde…”

*****

18 Ocak 1954’te geçirdiği bir kalp krizinden sonra felç olur Cahit Sıtkı. Ve bir daha düzelemez. Yatağa bağlı ve bilinci yarı açık bir şekilde yaşamaya başlar. İstanbul ve Ankara’da çeşitli hastanelerde tedavi görür. Bir yıl kadar da, Diyarbakır’daki baba evinde bakılır. Üstüne üstlük, yine aynı yıl 1954’ün Aralık ayında da zatülcenp yani ağır bir akciğer hastalığına yakalanır ve tedavisi Türkiye’de yapılamayacağı için, devlet tarafından Viyana’ya gönderilir.

Tarihler, 13 Ekim 1956’yı gösterdiğinde; Yaş Otuz Beş şairi, Cahit Sıtkı Tarancı’nın ‘doğan güne hükmünün geçmediği gün’dür artık.  Gelir o gün. ”Haydi Abbas, vakit tamam!” emri verilmiştir bir kere. Ölür şair… 

Ölür; yaşasa da dizelerinde, şiirlerinde. ‘Ölümden bir şey umar!’ mı, bilemem. Bir zamanlar “Yaş otuz beş, yolun yarısı eder.” dediğine göre, en azından bir yetmiş yıl yaşamayı ummuştu belki de. Olmadı. Henüz 46’sındaydı vefat ettiğinde. 

Cenazesi Ankara’ya getirilir. Cebeci Asri Mezarlığı’na; 12. Ada, 138. parsele defnedilir. Şimdi ebedi istirahatgâhında. Anısına ve muhteşem üretimlerine saygıyla...
 




ARŞİV YAZILAR