Baha Sadık Akıner

Baha Sadık Akıner

Türkü Baba, Ruhi Su’dur giden!


Bugün bir sanatçı öldü dostlar. Hem öyle böyle bir sanatçı değil. Bağlama virtüözü, Türk Halk Müziği ve opera sanatçısı, besteci, şair Ruhi Su ayrıldı aramızdan; 20 Eylül 1985'te, İstanbul'da…

*****

"Karacoğlan der ki, yazsam bir satır.
Kadir Mevlam işimizi sen yetir.
Kısmet nerde ise çeker iletir.
Kimse bilmez nerde kalır ölümüz..."

"Türkü" deyince önce kim gelir akla, bu topraklarda? Karacoğlan'la başladık söze. İşte türkünün özü; ozanın, yüce gönlü…

Türküler türkülerimiz;
Ana sütü gibi ak,
Ana sütü gibi temiz...

Bizim yaşanmışlıklarımız;
Bizim türkülerimiz, derya deniz… 

Ne öyküler-yarım kalmışlıklar taşırlar;          
Şu türküler, bir bilseniz…

Yedi yöre türküsü,           
Yediveren gülcesi;
Türkülerde mahzunsak,    
Yine türkülerle bir şeniz…

Şaman dualarından, 
Dedem Korkut’a kadar;
Köroğlu, 
Dadaloğlu, 
Sümmani, 
Veysel derken,
Zülfü Livaneli’den, 
TÜRKÜ BABA’ ya kadar...

OZAN BABA Nâzım’sa,                                                                                                          
Ruhi Su da TÜRKÜ BABA’dır…

Ruhi Su'dan bahsedilirken,
Çağrılmaz mı türkü?
Türküden bahsederken,
Tam da ölüm yıl dönümünde,
Anılmaz mı Ruhi Su?

*****

Birinci Dünya Savaşı'nın yaşandığı yıllarda, yokluklar ve zorluklarla dolu bir zamanda, 20 Ekim 1912'de, Van'da doğar Mehmet...

Evet, asıl adı Mehmet...

Ermeni bir ana babanın çocuğu...
 
Hiç görmediği ana babası, 1915’te Van’da Ermeni İsyanı'nda ölmüş. Nüfus memurunun deftere işlediği Abdullah ve Huri adlarını ana baba bilmiş. 

Kendisine bakamayacağını düşünen bir yakını tarafından, Van’dan Adana’ya getirilir. Çocuğu olmayan, fakir bir ailenin yanına verilir. Mehmet, onları, amcası ve yengesi bilir. Bu ailenin yanında keçi, inek ve tavukların bakımından sorumludur.

*****

Yetimhanelerde büyüyen, garip, güzel sesli Mehmet Ruhi Su anlatıyor:

“Anamı, babamı hiç tanıyamadım. 1. Dünya Savaşı’nın ortada bıraktığı çocuklardanım. Öksüz olduğumu çok kimseye söyleyemedim. Toplumumuzda hâlâ aşiret anlayışı var. İlk iş "Kimlerdensiniz?" derler. Kendini yetiştirmiş olmanın önemi hâlâ anlaşılamadı…

Çok küçüktüm... Adana’ da çocuksuz, fakir bir ailenin yanına vermişler beni. Onları amcam, yengem bildim. Evdeki keçilerden, ineklerden, tavuklardan sorumluydum. Onları gütmek, yemlemek benim işimdi. Getir - götür işlerine de bakıyordum. Karanlık basıncaya kadar tarlalarda, kırlarda onları güdüyordum. Ağaçlardan meyveler topluyor, günlük yiyeceğimi çıkarıyordum. Türküler öğrenmeye, söylemeye başlamıştım...

Altı yaşıma geldiğimde, Adana, İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edildi. Bütün Adana halkı gibi Toroslar’a kaçtık. Kaç- kaç yılları boyunca, hep çalışıp verilen işleri yaptım hâlde, yengemin bana karşı olan hoşnutsuzluğu hiç bitmiyordu. Bir gün elime bir testi verip, bize su getir dediler. Suyu arayıp buldum. Ne kadar zaman içinde su bulduğumu hatırlamıyorum. Suyu getirdiğimde, bir de baktım ki amca ve yenge de dâhil, kafile yok olmuş. Bir testi suyla dağ başında kaldım. 

Geceleri incir ağaçlarının üzerinde uyuyarak, meyve yiyerek, kaç gün kaç gece kaldığımı hatırlamıyorum. Bir yandan da amcamın ve yengemin içinde bulunduğu kafileyi arıyorum. Sonunda onları buldum. Amcam, beni görür görmez sarılıp ağlamaya başladı. Belli ki çok üzgün. Yengemde tıs yok. İşte o zaman, kasıtlı olarak terk edildiğimi anladım, belli etmemeye çalıştım. Beni gören konu komşu ise çok sevindi. O zaman anladım ki, onlar gerçek amcam ve yengem değiller...

Doğanın bütün olanaklarını kullanmasını, doğayı sevmesini bildim. Yaşamım boyunca zorlukları yenmeye çalıştım hep. Çünkü sadece zorluk gördüm ben yaşamımda...

Hiçbir şey kolay olmadı. Çocuk denecek yaşta savaş denen şeyin ne demek olduğunu; bizzat içinde yaşayarak, seferberlik türküleri, 
marşlar söyleyerek öğrendim..."

*****

Bu göç, toplulukların içerisinde kaynaşan genç Mehmet'in, birçok türküyü öğrenmesine vesile olmuştur. Ne yaparsa yapsın, yengesi onu sevmez ve istemez. O zamanki adıyla Dar-ül Eytam’a, öksüzler yurduna verilir.

 “Oyun denen bir şeyin var olduğunu o zaman öğrendim, içim içime sığmıyordu, şaşkındım.” der yıllar sonra o günleri anlatırken…

*****

1925’te, Ankara’da Müzik Öğretmen Okulu kurulunca, öksüz yurtlarında müziğe yetenekli çocukların, bu okula yollanması için bir bildiri yollanır.

Okul arkadaşı Şaban’la birlikte sınava girerler. Mehmet sınavı kazanır. Müdür, “Bu yıl Şaban’ı kazanmış gibi gösterelim. Sen nasılsa seneye yine sınava girersin, kazanırsın” deyince kabul eder. Bir yıl sonra sınavı kazansa da, öksüzler yurduna yeni bir bildiri gelir: Okulu bitiren tüm çocuklar zorunlu olarak askeri okullara girecek…

Bu bir çocuk için ne kadar zordur tahmin edersiniz. 2 kere sınavını kazandığı, hayâlindeki Ankara Müzik Öğretmen Okulu yerine, İstanbul Halıcıoğlu Askeri Lisesi’ne gider.

İstanbul’daki Halıcıoğlu Askeri Lisesi’ne gelince o zamanki adetten, arkadaşlarıyla birlikte gerçek isimlerini bırakarak kibar isimler almaya karar verir ve “Ruhi” ismini alır.

İstanbul Öksüzler Yurdu öğrencileri Ruhi’yi, Ahmet Muhtar Bey’le tanıştırırlar. Akşam oldu mu kantinde ağabeyleri, “Hadi Ruhi çal!” derler ve Ruhi’ye keman çaldırırlar.

O günlerden birinde içeri giren okul komutanı, “Bu ne rezalet?” diyerek kemanı ayaklarının altına alır ve kırar. Okul komutanı bir kaç gün sonra, kemanın parasını vermek istese de Ruhi kabul etmez.

Aklı fikri, Müzik Öğretmen Okulu’na nasıl gidebileceğindedir. Ahmet Muhtar Bey, bir gün “Ankara’ya gelebilir misin?” diye sorar. Ruhi, hemen “Evet” der. Arkadaşları para toplar. İki kimliği olan bir arkadaşının kimliklerinden birini alır. Askeri okuldan kaçar ve Ankara’ya gider. Ahmet Muhtar Bey’i bulur.

Ahmet Muhtar Bey, Ruhi’nin kaçarak geldiğini duyunca “Eyvah!” der ve Ruhi’yi Askeri Liseler Müdürlüğü’ne gönderir. Ruhi ağlayarak olanları anlatır. Onu dinleyen albayın da gözleri dolar ve “Sen şimdi okuluna dön ve oradan bir dilekçe ile başvur.” der...

Okuluna döner Ruhi... Askeri okulla bağının kopması için, doktordan kendisini çürüğe çıkarmasını ister. “İltihabı yüzünden mektebe devam edemez” raporunu alınca, Müzik Öğretmen Okulu’na dilekçe yazar. “Yerimiz yok, alamayız” yanıtını alır. Çürüğe çıktığı için askeri okul ile de ilişiği kesilir, Adana Öksüzler Yurdu’na geri gönderilir.

Adana Lisesi’ne başlar. Oradan da Öğretmen Okulu’na geçer. Müziğe öyle âşıktır ki, teneffüslerde bile keman çalar hep Ruhi...

O sıralarda Adana’da bir sinemada sessiz filmler oynatılır. Sinemada bir de küçük bir orkestra vardır. Filmdeki sahnelere göre, bu orkestra müzik yapmaktadır.

Orkestradaki Avusturyalı Ervix, Adana Öğretmen Okulu’nun da keman öğretmenidir. Ruhi, ilk klasik batı müziği parçalarını ondan öğrenir.

*****

Adana Öğretmen Okulu’ndayken, âşık olduğu bir ebe ile evlenir. Güngör adını koydukları bir oğulları olur. Eşi Ankara Numune Hastanesi’ne tayin olunca, tekrar Müzik Öğretmen Okulu sınavına girer ve kazanır.

Müzik Öğretmen Okulu’nda da tek hece olduğu ve kolay söylendiği için “Su” soyadını alır. Böylece adı, Mehmet Ruhi Su olur...

Ruhi Su’nun klasik müziğe adım atmasına vesile olan kişi, öksüzler yurduna bir keman aldırarak, Ruhi’yi kemana başlatan, müzik öğretmeni Mehmet Tahir’dir...

Ruhi Su, konservatuvarın opera bölümünde öğrenciyken, bir hocasının, "Keman çalmasının ses tellerine zarar vereceğini ve sesinin zayıf çıkacağını, bir tercih yapması gerektiğini" söylemesi üzerine, keman çalmayı bırakmak zorunda kalır.

1936’da, Devlet Konservatuvarına, Opera Sanatçısı olarak başlar. Operadaki görevi yanında 1942-1945 yılları arasında, Ankara Cebeci İkinci Ortaokulu’nda ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde müzik öğretmenliği yapar. Şan derslerinde halk türkülerini öğretir.

Ruhi Su, bas bariton olarak, Ankara Devlet Operası ve Balesi’nde, birçok ünlü operada rol alır. Hasanoğlan Köy Yüksek Enstitüsü’nde çalıştığı yıllarda aynı enstitüde müzik öğretmenliği yapan, Âşık Veysel ile yakın dostluk kurar.

Konservatuarda türkülerini dinleyen hocalarından Markovich, TRT Ankara Radyo Müdürü Vedat Nemir Tör’e; Ruhi Su’dan övgüyle bahsedince, 15 günde bir, "Bas bariton Ruhi Su Türküler Söylüyor" anonsuyla sunulan bir radyo programına başlar.

Program çok ilgi görür. Din bezirgânları, her zaman yaptıkları gibi dedikoduları ve söylenti çarklarını döndürmeye başlarlar. “Alevi türküleri söylüyor, komünizm propagandası yapıyor” diye aleyhinde yapılan söylentiler nedeniyle, bir gün Mesut Cemil, “Ruhi'ciğim seni harcamayalım, bu programa bir müddet ara verelim” deyince; Ruhi Su “Ben bu yolda harcanmaya hazırım” dediyse de, radyodaki işine son verilir.

*****

12 Kasım 1952’de; komünizm propagandası yapmaktan, sosyalist dünya görüşü nedeniyle ve Türkiye Komünist Partisi üyesi olmaktan Ankara’da tutuklanır. Operadan ayrılmak zorunda kalır. 5 yıl hapis yatar. 20 ay da Konya Çumra’da emniyet gözetiminde kalır.

“Mahsus Mahâl derler, kaldım zindanda.
Kalırım kalırım, dostlar yandadır.
İki elleri kızıl kandadır, kanda.
Ölürüm ölürüm kardeş, aklım sendedir…”

1957’de hapisteyken söylediği “Mahsus Mahâl” adlı türküsü, kendisinden önce tutuklanan 2. eşi Sıdıka Hanım’la ilgilidir. Ve bu türküsünü, 'Tabutluk' diye bilinen hücrede hazırlamıştır.

Ruhi Su, türküler üzerinde en verimli çalışma dönemini ceza evlerinde geçirir. Bestelediği türkülerin çoğu bu döneme rastlar.

Hasan Dağı türküsü de tutuklu olduğu dönemde, diğer mahkûmlar gibi bir başka mahkûmla birlikte, bileklerinden zincire vurulmuş bir halde, İstanbul’dan Ankara’ya götürülürken yazılmış bir ağıttır. Bu yolculukta mahkûmlar tuvalete bile, bağlı olduğu diğer mahkûmla gitmiştir.

*****

Ruhi Su’ya, hapishanede bağlamasını vermezler. Bunun üzerine tutuklulardan Faik Şekeroğlu, o zaman kullanılan tahta paspas parçalarından ona bir bağlama yapar ve 2 sene bu bağlamayla çalışır. Ancak 2 sene sonra izin çıkınca, Ankara’dan bağlamasını getirtir.

1954’te cezaevinde, Sıdıka Su ile Nevzat Hatko ve Behice Boran’ın şahitliğinde evlenirler. 1958 yılında her ikisi de tahliye olurlar. Oğulları Ilgın, 1959’da doğar.

Ailesinin geçimini sağlamak için, para kazanmak zorundadır Ruhi Su. İstanbul’da, Taksim Belediye Gazinosu’nda program yapmaya başlar. Atıf Yılmaz’ın; Karacaoğlan, Barbaros ve Lale Devri adlı filmlerinde halk müziği parçalarını seslendirir.

1950 yılında, Nâzım Hikmet’in “Davet” adlı şiirini, “Süvarinin Türküsü” adıyla besteler. Bu yönüyle de, bir Nâzım Hikmet şiirini besteleyen ilk sanatçıdır.

Ruhi Su, 3 Haziran 1963’te, Nâzım Hikmet’in ölüm haberini aldığında ise, "Karalı Bir Haber Düşmüş" ağıtını, bir türkü ezgisi olarak yorumlayıp söyler.

*****

Usta bildiklerinin sesine, dizelerine yaslanan ve okurlarına onların sesini hatırlatmak isteyen ‘çıraklığı olmayan şair’ Metin Altıok, dizelerinde şöyle seslenir Ruhi Su’ya:

“Günlerin savrulan köpüğünden geldiler, Ruhi ve Ruhi’ler.
Türkülerin Ruhi’si, sevdaların Ruhi’si! Birbirine el verdiler...”

*****

Hayatı boyunca kısa dönemli koro çalışmaları yaptı Ruhi Su. Ama onun en önemli korosu, 1975 yılında Dostlar Tiyatrosu bünyesinde, ilk üyelerini sınavla seçerek kurduğu Dostlar Korosu’dur...

1978 yılında, romatizma şikâyeti ile gittiği hastanede, kemik iliği kanseri başlangıcında olduğunu öğrenir. 1980 yılında, 12 Eylül döneminin baskıcı yönetimi altında, çalışmalarına ara vermek zorunda kalır.

Bu suskunluk ve yılgınlık, ölümüne kadar sürecektir ustanın. Askeri yönetim, uzun süre yurt dışına tedavi için gitmesine izin vermez. Bir defaya mahsus olmak üzere izin çıkıp, Almanya’ya gittiğinde ise geç kalınmıştır artık. Yapılan tedavi sonuç vermez.

1985 yılının 19 Eylül Perşembe gününü 20 Eylül Cuma’ya bağlayan gece, yani 39 yıl önce bugün, kimse farkında değildir ama bir devir kapanır.

Türkü Baba, Ruhi Su'dur giden! Sesi boşluğa çıkar, artık duyulamayacak kadar uzaklaşır. 20 Eylül 1985 Cuma günü, bedenini toprağa gömerler…

Ruhun şâd olsun Türkü Baba, anısına, her dem dik duruşuna ve muhteşem üretimlerine saygıyla...
 




ARŞİV YAZILAR