Baha Sadık Akıner

Baha Sadık Akıner

AHMET HAMDİ TANPINAR (23 Haziran 1901 – 24 Ocak 1962)


"Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında."
Böyle yazıyor, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Âşiyân Mezarlığı'ndaki ebedi istirahatgâhının, mermer mezar taşında.

İnsanların ölümlerinin on binlerle yüz binlerle tarif edildiği; acının, yokluğun, çaresizliğin, yoksunluğun yani anlayacağınız dostlar tüm yitik duyumsamaların birbirine karıştığı; ileride tarih kitaplarında yer alacak yaşanmışlıklar, yarım kalmışlıklar yaşadığımız şu garip zamanda ne çok hissediyoruz değil mi bu duyguyu?

“Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında.
Yekpare, geniş bir ânın,
Parçalanmaz akışında…

Bir garip rüya rengiyle,
Uyuşmuş gibi her şekil.
Rüzgârda uçan tüy bile,
Benim kadar hafif değil…

Başım sükûtu öğüten,
Uçsuz bucaksız değirmen!
İçim muradına ermiş;
Abasız, postsuz bir derviş…

Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim!
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim…”

*****

"Her şey geçer ama her şey. Geriye kaskatı bir hüzün kalır" der ya Turgut Uyar; 1984 yılında yayınladığı "Büyük Saat" adlı şiir kitabındaki "Malatyalı Abdo İçin Bir Konuşma" adlı şiirinde...

"Sevmek başka bir yetenektir, hemen anlarım! Hemen anlarım, hiç yanılmam. Ve çarşılarda, cami avlularında, ahşap çatılar altında nice kültürler gelişmiştir, bilirim! Ama bir akşam, hak edilmemiş bir akşam, dürüst ve İslam kalmamışsam; yeter kendimi yargılamama, bir şey yapmam, biraz daha beklerim! – Her şey akıp gider, bir katı hüzün kalır. Her zaman geceleyin kalır o, bazen gündüzün kalır. Beyaz gömleklerin ve kayıt defterlerinin, banka sıralarının ve sıra beklemelerin ve bir düzenle yüz yüze gelmenin anısı. Bugün başka şey ve başka bir şeydir yarın. Ah! İşte öyle bakmayın. Bir geçmişi anmaya var mısınız? Biraz benimle, biraz benimle, biraz uzak ama yarın; geçer gidersiniz, uzaklardasınız. Ben de bu dünyaya geldim geleli, benden böylece işte ne umarsınız. Ah! Her şey akıp gider, bir tarlalar ve sevda kalır. Ne sevdadır ne bıçaktır, utançlardır saklanır. Çocuklar bir gecedirler girerler yatağımıza. Birisi sağımıza, birisi uykumuza ve biri mirasımıza. Ve gizli bir baş eğmedir sizde aşk! Kilimlerle ve orkidelerle oyalanan, bizde bunun kim farkına varır."

Ne içindeyiz zamanın, ne de büsbütün dışında. Acı, an be an duyumsadığımız; boğazımı(zı) düğümleyen acı, yüreğimize bir mızrak başı gibi batan acı; her ânımızda.

Her şey geçecek mi? Gelecek mi o normal günler? Bilmem, bilemem. Çok uzaklarda...

*****

Gelelim konuğumuza, doğum günü çocuğuna:

Ahmet Hamdi Tanpınar... Roman, hikâye, deneme, makale, mektup, kısaca bütün eserlerinde şair kalmasını bilen bir kocaman edebiyat insanı. Ona göre şiir, bütün sanatların mayası: Resim, heykel, müzik; sanatçının getirdiği her yapıtta insan ruhunun bir parıltısı vardır ki, şiir de odur, der mesela gönül uzantısı.

Cemil Meriç’e göre ‘camiden içeri girmemiş adam’dır o. Büyük trajedilerin adamıdır aynı zamanda. Kadı olan babasının yer değişiklikleri nedeniyle birçok vilayeti gezme imkânına erişir. Sinop, Siirt, Kerkük, Antalya’yı bu dönemde dolaşır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirip Erzurum, Konya, Ankara ve İstanbul’da öğretmenlik yapar. Şehirlerarasındaki bu gezintisi sonucunda Türk edebiyatının ilk monografik eseri olan Beş Şehir’i kaleme alır.

Ahmet Hamdi Tanpınar için 'geçmiş', hep çocuk yaşta kaybettiği anne resmidir. Çocukluğunu yaşayamamış koca bir adamdır o. Çocuk yaşında kocamış, belki de bu yüzden rüyalara sığınmıştır. Tanpınar'a “rüya adamı” da diyebiliriz aslında. Her zaman rüyalara sığınmış, bu yüzden hayâl ve hülya eserlerinin bütününde yer edinmiştir.

Ona göre yazarın hayatıyla eseri sıkı sıkıya birbirine bağlıdır. Bu sebeple yazarı, eseri ve dönemi bir bütün olarak inceler. Onun anlattığı şehirler, gerçekte görünmeyen şehirlerdir... Gördüğünüz İstanbul ile onun anlattığı İstanbul farklıdır. O gördüğü şehri anlatırken, içindeki şehri de anlatır. Daha açık ifadeyle onun iç şehri ve dış şehirleri vardır. İç şehirleri öncül bilgilerin, yaşanmışlıkların, tarih ve felsefenin oluşturduğu şehirlerdir. Dış şehirleri ise gördüğü, daha doğrusu herkesin görebileceği şehirlerdir. Tanpınar, bu iki şehri algısını bütünleştirerek bize yeni şehirleri anlatır. Bu anlamda Beş Şehir onun yeniden inşa ettiği şehirlerdir.

Tanpınar tıpkı Cemil Meriç gibi sükût suikastına uğramış bir yazardır. Birbirine benzeyen, aynı dünyaların farklı bakış açılarına sahip, fakat aynı yerlerinden sancıyan farklı bedenler gibidir bu iki isim. Aynı şehrin rüyasını görürler sürekli. Paris, bu iki isim için rüya şehridir.
Kalemi titizdir. Çok yazmaz. Kendini büyük bir şair olarak görür. Fakat tek şiir kitabı vardır. Ortaya koyduğu eserler üzerine yazılar, değerlendirmeler, eleştiriler, tartışmalar yapılmasını büyük hevesle bekler. Fakat yakın çevresi dışında (Ahmet Kutsi Tecer, Suud Kemal) hiçbir eleştirmen yazı yazmaz. Bu yüzden yazın çevresinden kimseyi sevmez. Öldükten sonra önemsenen bir yazardır.

*****

23 Haziran 1901'de, Şehzadebaşı'nda, 3 çocuklu ailenin en küçüğü olarak; Gürcü asıllı Hüseyin Fikri Efendi'den oldu, Nesime Bahriye Hanım'dan doğdu. Ahmet Hamdi Tanpınar, 123 yaşında...

Çocukluğu, kadı olan babasının görev yaptığı; Ergani, Sinop, Siirt, Kerkük ve Antalya'da geçti. Ahmet Haşim, ilk etkilendiği şairdir. İlk şiirleri, duygusal ve hüzünlü dizelerden oluşmuştur. Bunun sebebi; kuvvetle tesiri altında kaldığı Ahmet Haşim ve 14 yaşındayken çok sevdiği annesinin ölümüdür.

Dikkatinizi çekerim! Çok büyük şairlerin ve yazarların hayatına bakıldığında; kendileri küçük yaştayken, çok sevdikleri annelerinin ölümü üzerine yalnızlığa ve yazmaya mahkûm oldukları görülür. “Mahkûmiyet” diyorum; çünkü mutlak mahkûmiyetin kelimeler ve iç seslerin olursa, herkesten uzak-kendine yakın yazmaktan başka da bir umar yok sanki.

Yazmak! Binyıllardır süregelen evrende çokça kullanılan kelimelerle bâkire cümleler kurmak, yürek değmemiş dizeler yaratmak. Yazmak, yazmak, yazmak ve rahatlamak…

*****

Ahmet Hamdi annesini; Kerkük'ten yaptıkları bir yolculuk sırasında, 1915'te tifüs hastalığından kaybeder. Kaybeder ya, tek yapabildiği şeyi yapar ve yazar Ahmet Hamdi:

"Seni gömdük anne, yıllarca evvel.
Gözyaşlarımızla bu ıssız yere.
Kimsesiz bir akşam, ziyaya bedel!
Matem dağıtırken hasta kalplere...

Kimsesiz bir akşam, ezelden yorgun!
Hüznüyle erirken Dicle’de sessiz!
Öksüzlük denilen, acıyla vurgun!
Bir başka ölüydük bu toprakta biz..."

*****

Lise öğrenimini Antalya'da tamamladıktan sonra, üniversite için 1918'de tekrar İstanbul'a döner. Halkalı Ziraat Mektebi’nde bir yıl yatılı olarak okuduktan sonra; lise öğrencisiyken şiirlerinden tanıdığı Yahya Kemâl Beyatlı'nın etkisiyle, 1919 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne girer. Burada başta Yahya Kemâl olmak üzere; Mehmed Fuad Köprülü, Cenab Şahabeddin, Ömer Ferit Kam, Babanzâde Ahmed Naim gibi hocaların derslerine devam eder. 1923 yılında, Şeyhi'nin "Hüsrev-ü Şirin" başlıklı mesnevîsi üzerine yazdığı lisans teziyle Edebiyat Fakültesi’nden mezun olur...

Ahmet Hamdi ömrü boyunca; tıpkı Yahya Kemâl gibi, yazdıklarını ortaya çıkarmada ve topluma sunmada oldukça temkinli davranmıştır. Aslında bu durumdan çok da memnun değildir. Arkadaşlarına yazdığı çeşitli mektuplarda, az yazmasından sıkça şikâyet eder:

“(…) Bütün bu ızdırap, mahrumiyet; hayat çeşmesinin başında, bir yudum su bile içmeden beyhude bekleyişler, hepsi hepsi boşuna mı gidecek? 

(…) Beni asıl müteessir eden kupkuru kalışımdır. Goethe benim iki manzumeyi; yarım yamalak yazabildiğim bir sene içinde 3-4 eser, hem de bütün Avrupa’yı birden sarsan 3-4 eser yazıyordu. Çalışmak… Ya rabbim, bu şifayı bana ne vakit göndereceksin?”

*****

1923'te, Erzurum Lisesi’nde edebiyat öğretmenliğine başlar. 1926'da Konya Lisesi’nde, 1927'de Ankara Lisesi’nde, 1930'da Ankara Gazi Terbiye Enstitüsü’nde ve 1932'de İstanbul'daki Kadıköy Lisesi’nde öğretmenlik yapar.

Gazi Orta Muallim Mektebi’ne bağlı Mûsiki Muallim Mektebi’nin diskoteğinde yer alan plâklar ve okulda görevli Alman hocalar sayesinde, Klasik Batı Müziği ile tanışır. Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki dersleri de, Batı plastik sanatlarına karşı ilgisini uyandırır. Sanatçı ruhludur ve ömrü boyunca güzel sanatların hepsine karşı büyük bir ilgi duymuştur Ahmet Hamdi...

Şiirlerinde olduğu kadar, romanlarında da resme has tasvirler vardır. Özellikle Huzur adlı romanında bu etkiyi yoğun bir şekilde hisseder okuyucular. Huzur romanında; geçmişimiz, kimliğimiz, doğu ile batının engin kültürleri arasında, iki cihan arasında kendimizce ve kimi zaman kendimiz olamadan duruşumuz, tereddütlerimiz, günü ve ânı yaşayışımız, kendi kültürünü üreten ve ürettikçe harcayan İstanbul, ruh gezintileri, yumuşak ama derin sorular, bütün bu bileşimlerden okuyucuya kalan lezzetli bir huzursuzluk işlenir.
 
Huzur; önce Mümtaz ile Nuran’ın aşklarının romanıdır, sonra ömrümüzün romanı.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın en önemli romanı kabul edilen Huzur, önce tefrika olarak Cumhuriyet gazetesinde yayımlanır. Ahmet Hamdi, sonrasında romanda önemli yapısal değişiklikler yapar. Eklediği yeni bölümler romana bambaşka bir boyut getirir ve bu hâliyle kitaplaştırır.

*****

Güzel sanatlardan resim ile başladık. Müzik ise, Tanpınar’ın şiirinde daha da önemli bir yere sahiptir:

“Her çehre, her hatıra bize kendi hususi nağmesiyle gelir. 
Onu yeniden yaşamak için bu sesi bulabilmek lazımdır...” 

Bu iki satır dâhi; Ahmet Hamdi’nin kelimelerle çizdiği soyut tablonun, çoğu zaman müzikten beslendiğini ifade eder.

Gerek hayat çizgisi ve gerekse eserlerine hâkim temalar; Ahmet Hamdi'nin sanat anlayışında ve estetiğinde zaman, rüya kavramlarına önem verdiğini gösterir. Öğrencisi, Yazar Orhan Okay şöyle anlatır bu durumu: Derslerinde öğrencileriyle değil, kendi kendine konuşur gibi bir tavrı vardı.

Sadece eserlerinde değil, yaşamında da bir rüya halinin etkisindedir Ahmet Hamdi. Onun rüya ve zaman kavramlarına ilişkin düşünceleri; bir potada eritilerek Bursa’da Zaman şiirinde kaynaştırılmış ve özgün imgelerle somutlaştırılmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar denilince Bursa’da Zaman gelir ya hemen akla! Bu şiir; zaman, rüya, tarih ve müzik kavramları etrafında adeta ilmek ilmek örülmüştür:

"Bursa’da bir eski cami avlusu.
Küçük şadırvanda şakırdayan su!
Orhan zamanından kalma bir duvar.
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar...

Eliyor dört yana sakin bir günü.
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden...

Yüzlerce çeşmenin serinliğinden;
Ovanın yeşili, göğün mavisi
Ve mimarîlerin en ilahisi...

Bir zafer müjdesi burada her isim.
Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim!
Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın,
Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın...

Güvercin bakışlı sessizlik bile,
Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle.
Gümüşlü bir fecrin zafer aynası;
Muradiye, sabrın acı meyvesi...

Ömrünün timsali beyaz Nilüfer;
Türbeler, camiler, eski bahçeler.
Şanlı hikâyesi binlerce erin.
Sesi nabzım olmuş hengâmelerin,
Nakleder yâdını gelen geçene..."

*****

Şiirleri ve romanları; Yahya Kemâl'in çıkarttığı Dergâh’la birlikte, Milli Mecmua ve Hayat dergilerinde yayınlanır.

1929 yılında, çeviriler yapmaya başlar. 1930 yılında, Ankara'da toplanan Türkçe ve Edebiyat Muallimleri Kongresi’nde; Osmanlı edebiyatının tedrisattan kaldırılması ve okullarda edebiyat tarihinin, Tanzimat'ı başlangıç kabul ederek okutulması gerektiğini söyler. Ve kongrede önemli tartışmaların doğmasına sebep olur.

Aynı yıl Ahmet Kutsi Tecer ile beraber, Ankara'da Görüş dergisini çıkarmaya başlarlar. 1932 yılında, Kadıköy Lisesi’ne atanması üzerine İstanbul'a döner. Tanzimat'ın 100. yıl dönümü dolayısıyla; 1939'da Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel'in emriyle, Edebiyat Fakültesi bünyesinde kurulan "19'uncu Asır Türk Edebiyatı" kürsüsüne doktorası olmadığı hâlde, ‘Yeni Türk Edebiyatı Profesörü’ olarak atanır ve Tanzimat'tan sonraki Türk Edebiyatının tarihini yazmakla görevlendirilir.

1940 yılında 39 yaşındayken, Kırklareli'nde topçu teğmeni olarak askerliğini yapar. Ve ne yapsın? Yazar yine şiirini Ahmet Hamdi Tanpınar:

"Yolcu! Bir gün gelir de eğer yolun uğrarsa,
Toprağında kan tüten bu mukaddes illere.
Her harabe önünde; Edirne’den ta Kars’a
Kadar yaşlı gözlerle, ağla diz çöküp yere...

Yolcu! Eğer kadından, sevgiden daha yüksek,
Daha geniş bir ilham ararsan hayatında!
Fanilikten kurtulup da göklere yükselmek
İhtirası yaşarsa, her arzunun altında..."

1943-1946 yılları arasında Maraş milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bulunur.

1946 seçimlerinde parti tarafından aday gösterilmeyince, bir süre Milli Eğitim Bakanlığı'nda müfettişlik yapar. 1948'de Akademideki Estetik hocalığına ve 1949'da Edebiyat Fakültesi’ndeki kürsüsüne döner.

*****

Ve “Saatleri Ayarlama Enstitüsü.” Ahmet Hamdi Tanpınar denince akla gelen 2 eserden biri şiir olarak Bursa’da Zaman’dır. Diğeri ise roman olarak Saatleri Ayarlama Enstitüsü...

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yaşarken yayınlanan son romanıdır. 1961 yılında yayımlanan roman, edebiyatımızda oldukça önemli bir yere sahiptir. Ahmet Hamdi, Türk halkının kültür bocalamasını anlatırken kurduğu gerçekçi dil, şiirlerindeki dilden bir hayli uzaktır. Şiirde sembolist bir dil kullanan Ahmet Hamdi, romanında gerçekçi bir çizgiden ilerlemiştir. Zira ele aldığı konu da anlatım bakımından gerçekçi yapının odağından hareket eder ve buna ihtiyaç duyar.

Hayri, 10 yaşındayken dayısı ona bir saat hediye eder. Bu saat onu çok etkiler. Saatlerle uğraşmak Hayri’de bir tutku haline gelir. Bu yüzden bir saatçiye çırak olur. Ustası Nuri Efendi, sıradan bir saatçi değildir. Nuri Efendi “Muvakkithane”de, yani cami saatlerini ayarlamakla görevli kişilerin bulunduğu kurumda memurdur. Hayri, ustasına hayrandır. Onun yanında bıkmadan, yorulmadan çalışır.

Birinci Dünya Savaşı çıkınca dört yıl askerlik yapar. İstanbul’a dönünce Emine adlı biriyle evlendirilir. Aradan yıllar geçer, karısı ölür. Karşılaştığı her fırsatı değerlendirmeyi bilen bir düzenci olan Halit ile karşılaşır. Bu adam Hayri’nin saatlere olan merakından yararlanmak için birlikte Saatleri Ayarlama Enstitüsü kurmayı teklif eder ve kurarlar. Enstitü; az zamanda gelişip, genişler. Yabancı ülkelere bile açılırlar. Hayri çok mutludur. Selma Hanım’la ikinci evliliğini yapar. Selma Hanım onu arkadaşlarıyla aldatır.

Enstitüde işler kötüye gitmeye başlar. Amerika’dan getirilen uzmanlar, yaptıkları inceleme sonucunda bu kurumun gereksiz olduğu raporunu verirler. Hükümet, Enstitünün kapatılması için bir tasfiye kurulunun oluşturulmasına karar verir. Halit, uyanıklığıyla bu kurulda Enstitüde çalışanların görevlendirilmesini sağlar. Böylece Enstitü kapatılmaktan kurtulur. Halit, bir trafik kazasında ölür. Hayri bu olaya çok üzülür. Onun anısını yaşatmak için bu kitabı yazar.

*****

Türk edebiyatının dünyaya açılmasında önemli bir isimdir Ahmet Hamdi Tanpınar. Bugün eserleri 30 farklı dile çevrilmektedir. Parasızlığı döneminde bir filmde figüranlık yapmıştır. Bu durum tartışılsa da yaşadığı dönemdeki koşulların buna neden olduğu düşünülmektedir.

Tanpınar'ı okumak bir ülkeyi, bir toplumu okumaktır. Yaşanan bir cehennemin, bunalıma girmiş bir toplumun resmidir o. Batı ile doğu arasında sıkışmış bir ruhun çığlıklarını duyurur. Bir yanda devasa boyutuyla bir geçmiş, diğer yanda ışıltılı yanlarıyla batı.

Nefis ve ruh ayrımında metcezir yaşayan bir insandır Tanpınar. Huzur’da aktardığı gibidir o aslında: “Ne garip… İki dünyam var... Tıpkı Nuran gibi, iki âlemin, iki aşkın ortasındayım. Demek ki bir tamlık değilim. Acaba hepimiz böyle miyiz?”

Acaba hepimiz böyle miyiz? Bir tamlık değil belki yaşadıklarımız, arayışlarımız, yarım kalmışlıklarımız. Çığlıklarımız; bazen, avaz avaz bağırdığımız ama kimseye duyuramadığımız. Bazen ince bir kabuk bağlayan yerinden; yine, yeniden kanayan yaralarımız. Bu dünyaya sığamayışımız.

Sahi, hepimiz böyle miyiz? Yılmış, yıldırılmış, güzelliklerden ve mücadeleden uzaklaşmış bazen, umutsuz ve sevgisiz.

*****

50'li yaşlarının sonunda; artık yorulmuş, sağlığı bozulmuştur. 1959'da, 58 yaşındayken; Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel'e bir mektup yazar. Bu mektupta, adeta ebediyete kavuşma özlemini aktarır eski dostuna: Hasan ağabey! Elimde bir romanla şiirler var. Vakit daraldı, elli sekizimdeyim. Ölmeden şu şiirlerime bir çeki düzen verirsem, çok mesut olacağım. O benim asıl makyajım, traşım, tuvaletim olacak. Gülünç bulma sakın bunları. Bir kere bir halt etmişim, bu yola girmişim. Ortaya bir isim atılmış, iddialara girişmişim. Geçen gün Boğaz’dayım. Âşık olduğum, yalnız gezdiğim günleri düşündüm. Ve kendi kendime: “Yarabbim!” dedim. “Acaba genç bir âşık bir gün buralarda; tıpkı benim on, on beş sene evvelki hâlimde dolaşırken, benden bir mısra okuyacak mı?” Ebediyet işte bu! Eğer böyle bir şey olursa, vallahi mezarımda dönerim.

*****

Yıllar geçti, bak! Üstünden nice yıllar, nice âşıklar, nice yaşanmışlıklar, nice yarım kalmışlıklar. Boğaz'da ya da yurdun herhangi bir yanında; hâlâ okuyoruz şiirlerini usta. Hâlâ saatlerimizi ayarlıyor, bile isteye boğuluyoruz romanlarında. Dediğin gibi: Mezarında döner misin bilmem, bilemem? Ama rahat uyu! Sonsuza kadar anılacaksın romanlarında, dizelerinde! Sonsuza kadar yüreğimizin en güzel yerinde.

24 Ocak 1962'de, "Kalp krizi sebep oldu!" dedi doktorlar. Âşiyân'da, ebedi istirahatgâhında yatıyor şimdi Ahmet Hamdi Tanpınar…
 




ARŞİV YAZILAR