Baha Sadık Akıner

Baha Sadık Akıner

“Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye Abla...”


"Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar.
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.
Bu afyon ruhu gibi baygın mahalleden,
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın sen!
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla;
Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye Abla...

Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi.
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi.
Güneşin batmasına yakın saatlerde,
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede.
Yaz kış yeşil bir saksı, ıtır pencerede.
Bahçede akasyalar açardı baharla.
Ne şirin komşumuzdun Fahriye Abla...

Önce upuzun sonra kesik saçın vardı.
Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı.
İçini gıcıklardı bütün erkeklerin;
Altın bileziklerle dolu bileklerin,
Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin.
Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla;
Ne çapkın komşumuzdun sen Fahriye Abla...

Gönül verdin derlerdi o delikanlıya.
En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya.
Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın?
Hala dağları karlı Erzincan'da mısın?
Bırak geçmiş günleri, gönlüm hatırlasın.
Hatırada kalan şeyler değişmez zamanda;
Ne vefalı komşumuzdun sen Fahriye Abla..."

Söze anlam yükleyerek, yerinde ve yeterince imgelerle nakış nakış işleyerek, (zihnimizde hemen şekilleniveren) hemcinslerini bile kıskandıracak güzelliğini aktardığı Fahriye Abla’sıyla tanırız O'nu daha çok ya; Olvido, Ağrı, Kar, Köpük gibi şiirleri de, Türk şiirinde hatırı sayılır bir yere sahiptir. 

Az yazıp az yayımlamasıyla, hocası Ahmet Hamdi Tanpınar’ı hatırlatır Ahmet Muhip Dıranas... Sağlığında şiirlerini kitaplaştırmamasıyla da Yahya Kemâl Beyatlı’yı...

*****

Gülten Akın şöyle söyler Ahmet Muhip Dıranas için: Dıranas; Haşim’in, Tanpınar’ın izini sürmüş gibi görünse de, o birkaç okuyucuyla yetinmez. İster ki kendisini orta okuyucu, kalabalıklar anlasın.

Melih Cevdet Anday ise şöyle: Şiir sanatının bir yapı işi olduğunu, biçimin öz anlamına geldiğini, sözcüklerin günlük anlaşma işlevleri dışında büyülü bir ses ve içerik taşıdıklarını anlamış ve bütün bunları kendine özgü bir biçimle yaşama çıkarmış güçlü bir ozanımızdır Dıranas...

İlhan Berk ise “Bir ‘üçüncü şahıs’ şiiridir, Dıranas’ın şiiri” diye başlar sözüne de ekler ardına uzun uzun anlatır Dıranas’ı: Şiir nedir, nasıl yazılır ve ne şiir değildir? Sanki bunu göstermeye gelmiş gibidir Dıranas... Kendini bir yana atmış, bir keşiş gibi, yalnız düşündüğü şiiri buluruz dizelerinde. Bu yüzden uzun boyu, uzun saçları, uzun paltosu vurmaz şiirine. Acısı, sevincidir. Düşünsel bir yolculuktur onun yaptığı. Saçlarını rüzgâra vermemiştir. Yürümemiştir. Şiiri, üstüne başına benzemiyorsa, bunun için benzemez. ‘Bir Köyün Garip Kişisi’yle kendine bakmak ister, ister ki Türkeli’nin azgelişmişliğine, yalnızlığına, durağanlığına benzesin şiiri; işinin bir anıttan çok, bir suyolu şiiri, içinde bütün geri kalmışlığın kalıtları olan bir suyolu şiiri olsun ve ters düşmesin yaşadığına ve yaşanana. Ama bu orada kalır, kesilir sesi. Doruklarda gezmiştir çünkü. Suyolları çok aşağılardadır. Hem çocuklar oynuyordur orada. Bir insana değil, bir anıta bakar gibi bakarız Dıranas’a... Şiirinin tragedyasızlığı hep bu anıt duygusundan gelir. Bir anıta ezilmişlik, acemilik, acı yakışmaz diye düşünür. Gerçekten de salt doruluktur bir anıta giden ve öyle kalmalıdır. Onun için bir müze sessizliğidir saçtığı...

Doğan Hızlan’a göre, Türk şiirinde büyük bir yerdir Dıranas’ın kapladığı ülke. Onun bir şiirinden, kafanızda büyük bir görüntü yaratabilirsiniz. Ruh durumlarını yansıtmada da büyük bir ustalık edinmiştir.

Afşar Timuçin’e göre de Ahmet Muhip Dıranas; Fahriye Abla’dır. Onun şiiri dünyayı rahat koltuklardan gözleyen insanların şiiridir. İyi, hoş, yumuşak...

*****

Ahmet Muhip Dıranas...

Sesin ve ahengin şairi...

Ümit Yaşar Oğuzcan’a ithaf ettiği “Yağma” isimli şiiriyle; sığlıktan, sıradanlıktan, sahte şöhretten sıyrılmış, tekrar tekrar okunacak gayet güzel bir İstanbul hatırası bırakır bize Ahmet Muhip Dıranas... 

İstanbul’u ömründe hiç görmediği, hiç gidip yaşamadığı hâlde olabildiğince duygu denizinde araçsız seyahat ettirir şiir severleri...

Mesela insanı eşya içinde değişen zamanla beraber kavrar; eski evler ve tenha sokaklar, şarkı gibi - düş gibi sarmaş dolaş gezintiler, aşklar, şiirlere bağlanan dizeler, bir akşam gibi son bulmuştur Yağma şiirinde. 

O'na göre mutluluklar şehri, ölümsüzlükler ve zaferler kenti İstanbul; yenilgilerle, yasla dolmuştur. Buram buram hissedersin, son gündür ya yaşanan; taş taş üstündedir, ruh ve beden açlığı tıpkı ejderha gibi dört bir yana saldırmaktadır. Ortalık tozdan, dumandan, iniltilerden, akıntılardan, çöplerden geçilmemektedir. Bu kadar anlattıktan sonra dostlar; buyurun şiire, buyurun Yağma’ya:

“Boğaz’ın bir kıyısında, aydınlık
Pencerelerde -her bulutun yolu-
Bir mevsim, seninle baş başa kaldık,
Yaşadıktı bir zaman İstanbul’u…

Akan suda kuş gibi gemilerle,
Eski evler ve tenha sokaklarla,
Şarkı gibilerle, düş gibilerle
Sarmaş dolaş… Olmaz gibi bir dünya…

Mutluluklar şehri bir İstanbul’du,
Şiirler, buluşmalar, aşklar… Şimdi
Akşam olan bir gün gibi son buldu;
Ne şiir kaldı, ne aşk, ne beklenti…

Tığ gibi minareleriyle, kendi
Kendisinde güzel, tek, yüce, kutlu
Bir ölümsüzlükler, zaferler kenti
Bugün yenilgilerle, yasla dolu…

Bir son gün hâli, bir taş taş üstüne;
Hem mide, hem ruhta bir açlık, ejder
Örneği saldırmada dört bir yöne;
Toz, duman, inilti, akıntılar, çöpler…

Niçin geri geldik bunca yıl sonra?
Batık bir ülkeyi aramak gibi
İşte gençliğimiz: ta uzaklara,
Çok uzaklara bak. Orada belki…

Ama gizlice bak, olur ki ürker.
Yaşantıdan fazla anılardan kork,
Bize gülümsüyorsa geçmiş günler;
Belki yalandır, belki o bile yok…

Orda elinde bir simitle, ufak,
Süzgün bir çocuk, çocukluğum işte;
Nasıl kaçıyor benden, nasıl bir bak,
Yaban domuzu görmüş gibi düşte…

Boğaziçi, daha sağken gömülmek
İçin dönüşmüş beton mezarlara;
Bir hippi kız, bir deccal, şimdi Bebek
Koylarında ilham, arsız, farfara…

Ölebilirsin ha yol ortasında,
Yanılıp gökyüzüne bakma sakın.
Bir sevi vaktinin bile havasında
Yok artık o mahrem örtüsü aşkın…

O güzelim aşkın vücudu yağma,
Şarkısı ne mahur beste, ne Itri
Tenekeler çalıp çığlık çığlığa
Yarı bir sevişme, ayaküzeri…

Ve ekmek kapanın elinde. Hayat
Haklı değil. Tanrı ve kul ortada
Darağacında sallananlardan tut
Yargı kürsüsüne kadar yürü, taa…

Her şey değişiyor, kalbimiz bile,
Ama yüzyıllarla besili bir şehir
İnsan yaşamından daha da hızla
Bunca çabuk nasıl yok olabilir?

Hani o masal dünyası yalılar,
Hani o kayıklar ki kızca beyaz,
Hani o kadınlar ki sevdalılar,
Renk renk şemsiyeler altında bin yaz?

Ve o İstanbullular… Doygun, uçuk,
Sanki bir gelecek tufandan haber
Almışlarcasına hep, çoluk çocuk,
Göksel gemilere binip gitmişler…

Gidiş o gidiş… Ve kim bilir kaç yıl
Bu göç, fakiri, zengini el ele
Usulca… Ve artık hiç… Hayâl meyâl
Görünmüyorlar bulutlarda bile…

Kurabilir misin tekrar, düşünsen?
Hayâllerimizi bile yitirdik;
Dağılmış bir sofra bu, bitti şölen.
Sona kalmışlarsa biz gibi yenik…

Ne kadar yalnızız şu akşam vakti,
Bir selam bile yok artık verilen;
Anlamsız turistler gibiyiz şimdi
Kapalıçarşı’da sen, Köprü’de ben…

Söyle her doğruyu bilen güzel’im,
Sulara vurmuş gökyüzü mü? Neydi?
Uzanıp yıldızları tutsa elim
Bulur muyuz yeniden o cenneti?

Ruhumuz Boğaz’da, o eski yerde,
Yeni akımları umursamadan,
Bir hayalet gibi pencerelerde
Ne denli beklese de... Hiçbir zaman…

Bir Tanrı ve tarih güzeli, tabu;
Güneş ve sular mucizesi, bir giz.
Her zaman sonsuz elbet… İSTANBUL bu.
Körelen belki de biziz... Kalbimiz…”

*****

1909 yılında, Sinop Erfelek'te, kestane bahçeleri içindeki Salı Köyü'nde dünyaya geldi de, 21 Haziran 1980'de Ankara'da ayrıldı aramızdan. Ama hâlâ yaşıyor dizelerinde; hatırladığımızda, andığımızda, okuduğumuzda...

Sesin ve ahengin şairi...

Anısına, Türk şiirine katkısına ve muhteşem üretimlerine saygıyla…
 




ARŞİV YAZILAR